Sıra geliyor
yolculuğumuzun sondan bir önceki durağa Paris’e. Tabi ki en çok merak ettiğimiz
yerlerden biri ve şehir içindeki rotamız oldukça geniş. Hava kararmasına yakın
Paris’e iniyoruz ve otelimizi aramaya koyuluyoruz. Evet bu sefer otelde
kalacağız çünkü geceliği hostelle aynı fiyatta bir otel bulduk. Oteli bulmakta
biraz zorlanıyoruz çünkü metro hattını kullanmamız gerekecek ve Paris metro
hattı resmen bulmaca gibi bir yer. Sürekli aktarma yapmanız gerekiyor ve şehrin
en uç noktasına kadar bile metro ulaşıyor. Otelimizin bulunduğu durakta iniyor
ve sora sora oteli buluyoruz. Gezi boyunca kaldığımız en iyi yer. Kendimize
özel odamız, tuvaletimiz, banyomuz var ve dediğim gibi hostellerle aynı fiyata.
Üzerimizde müthiş bir yorgunluk olduğu için kendimizi yatağa attığımız gibi
uyuyoruz. Deliksiz bir uykudan sonra sabah kalkıyor ve ilk işimiz koştura
koştura Disneyland’a gitmek oluyor. Uzun bir metro yolculuğundan sonra
Disneyland’e varıyoruz. Bütün günümüzü orada geçireceğiz. Gerçekten de
çocukluğumuza döndürüyor bizi. Her yer çizgi film karakterleriyle ve çizgi
filmlerdeki evlerle donatılmış devasa bir alan ve oyuncaklar. İçerideki bütün
oyuncuklara biniyoruz. Küçüklere yönelik oyuncaklar ağırlıkta ama büyüklere
yönelik oyuncaklar da var. Özellikle Roller Coaster’lar tekrar tekrar binilecek
cinsten. Bütün oyuncaklar için çok fazla sıra beklemeniz gerekiyor ama inanın
buna değiyor ki zaten dediğim gibi bütün gününüzü rahatlıkla orada
geçirebilirsiniz ve Paris’teki ilk günümüzün tamamını orada geçiriyoruz. Gece
müthiş bir yorgunlukla otele dönüyor, bir şeyler yiyip duşumuzu aldıktan sonra
yatıyoruz. Ertesi günün planı çok dolu. Öncelikle Louvre Müzesi’ne, oradan
Şanzelize’yi geçip Eyfel Kulesi’ne gideceğiz. Louvre Müzesi’ne giriş öyle çok
pahalı değil. Yaklaşık 6 – 7 Euro gibi bir fiyat. Gez gez bitmeyecek denilen
türden bir yer ama gerçekten de eşsiz bir müze. Herkes gibi önceliğimiz tabi ki
Mona Lisa tablosunu görmek oldu. Yanına yaklaştırmıyorlar. O yüzden biraz uzaktan bakmak durumundayız.
Fazlasıyla koruma var tablonun etrafında ama fotoğraf çekmeye karışmıyorlar.
Yaklaşık 3 saat kadar bir süre müzede kaldıktan sonra çıkıp Şanzelize’ye gidiyoruz.
Upuzun ve çok geniş bir cadde. 15 – 20 dakika kadar caddede yürüdükten sonra
Eyfel’i uzaktan görüyoruz ve adımlarımızı biraz daha hızlaştırıyoruz. En çok
merak ettiğimiz ve görmek istediğimiz yerlerden biri olan Eyfel’e geliyoruz.
Gerçekten etkileyici ve bunun yanı sıra hem bulunduğu alan hem de çevre alanlar
gerçekten çok iyi düzenlenmiş. Saatlerce vakit geçirebiliyorsunuz. Çimenlere
yayılıp öylece Eyfel’i ve etrafı izliyoruz. Sonra arkadaşımla beraber gidip
birer şarap alıp geri dönüyoruz ve çimenlere yayıldıkça yayılıyoruz. Hava
kararmaya başlıyor ve etraf iyice hareketleniyor. Gece ise kulede bir ışık şovu
başlıyor. Metro saatinin kapanmasına yakın toparlanıyoruz ve otele dönüş yoluna
koyuluyoruz. Yine otelde çok güzel bir uyku ve sabah kahvaltının ardından bu
sefer ki rotamız Montmarte Tepesi, Sacre Coeur Bazilikası ve Notre Dame
Katedrali. Montmarte Tepesi şehri tepeden izleyebileceğiniz bir yer ve
gerçekten eşsiz bir manzarası var. Aynı zamanda Sacre Coeur Bazilikası’nı da
barındırıyor. Tepeden biraz şehri izleyip sonra da bazilikaya giriyoruz.
Şansımıza bir ayine denk geliyoruz ve tamamen dolu bir bazilikada ayine katılma
fırsatı buluyoruz. Bazilikayı gezdikten sonra Notre Dame Katedrali’ne doğru
yola koyuluyoruz. Katedrali de gezdikten sonra şehir içinde biraz yürüyüp
etrafı gezeceğiz. Notre Dame Katedrali gerçekten etkileyici. Özellikle mimari
açıdan müthiş bir görsellik sunuyor. Paris’e gitmişken görülmesi gerekenler
listesine konulmalı. Yine hafiften bir yorgunluk başlıyor ve bir yere oturup
konservelerimizden bir tanesini yiyoruz. Hava kararmış durumda. Metroyu
kullanmayıp yavaş yavaş otele doğru yürümeye başlıyoruz. Ertesi gün son
günümüz. Paris gerçekten dolu dolu geçiyor. Son gün planımız ise Moulin Rouge,
Sorbonne Üniversitesi ve oradan Lüksemburg Sarayı’na geçip en sonda da geceyi
geçirmek için tekrardan Eyfel.
7 Nisan 2015 Salı
Barselona
Elimizdeki tren
saatlerine göre akşam hava karardığında Barselona’da olacağız ama kendi
aptallığımız yüzünden maalesef bu saat biraz daha gecikiyor. Birinci aktarma,
ikinci aktarma, üç, dört derken beşinci aktarmayı yapacağımız treni ağır
davranmamızdan yani trenin kapıları kapanıp inemediğimiz için kaçırıyoruz
maalesef ve mecburen bir sonraki durakta iniyoruz. Fransa’nın adını sanını
bilmediğimiz ufacık bir köyünde resmen hapsoluyoruz. Moraller sıfırında altında
çünkü Barselona’ya tek gidiş yolumuzu çöpe atıyoruz. İstasyondaki görevliden
yardım istiyoruz ve adam bize tekrardan bir harita çıkarıyor. Ancak şöyle bir
şey var. Resmen zamanla yarışacağız. Üç aktarma yapıp son istasyondaki
Barselona trenine yetişmemiz gerekiyor. Başka çaremiz olmadığından düşüyoruz
tekrar yola. Son istasyona geldiğimizde hemen Barselona trenini arıyoruz ve tam
karşı peronda tren kalkmaya hazırlanıyor. Deparı bastığımız gibi tam kapılar
kapanırken kendimizi içeri atıyoruz ve tren kalkıyor. Suratlarımızda saçma bir
gülümsemeyle birbirimize bakıyoruz. Oysaki daha önceden ağır davranmamış olsak
bu aksiyonu yaşadığımız saatlerde çoktan Barselona’ya varmış olacaktık. Birkaç
saatlik tren yolculuğundan sonra Barselona’ya iniyoruz ve önceden
rezervasyonumuzu yaptığımız hosteli aramaya koyuluyoruz. Fazla zorlanmadan da
buluyoruz. O yorgunlukla da kendimizi yataklara attığımız gibi uyuyoruz. Sabah
ilk iş şehri tanımak ve biraz yürümek. Şehrin merkezindeki La Rambla Caddesi
bunun için oldukça uygun. Biraz yürüdükten sonra direkt olarak Nou Camp
Stadyumu’na doğru gidiyoruz. Oraya kadar gitmişken görmek lâzım tabi. Giriş
ücretini tam olarak hatırlamıyorum ama bizim bütçemiz için oldukça fazlaydı.
Biz de bu stadın içerisine girme sevdasından vazgeçip etrafında turlamaya başlıyoruz
ve şans yine bizim yanımızda. Stadın kapılarından biri çarpıyor gözümüze.
Yarıya kadar açık. Çaktırmadan kapıdan içeri süzülüyoruz ve kendimizi stadın
otoparkında buluyoruz. Hızlı hızlı merdivenleri çıkıp son basamağa geldiğimizde
bir de bakıyoruz içerideyiz. Hemen birkaç fotoğraf çekiyoruz, şöylece bir stadı
izliyoruz ve güvenlik yanımıza gelip bizi apar topar dışarı çıkarıyor. Oysa o
kadar da dikkat etmiştik kimse görmesin diye ama olsun, yine de istediğimizi
alıyoruz hem de bedavaya. Bu mutlulukla rotamızdaki diğer bir yer Gaudi’nin
eseri Park Guell’e gidiyoruz. Oldukça huzurlu ve büyük bir yer. Kesinlikle
görmeden gelmemeniz gereken yerler arasında. Birinci günü böylece bitiriyoruz
ve hostelin yolunu tutuyoruz. Gün boyunca yürüdük. Aslında metro ağlarıyla her
yere rahatça ulaşılabiliyor ama her şehirde olduğu gibi burada tercihimiz gerek
maddi açıdan gerekse şehri daha çok gezmek açısından yürümek yönünde oluyor.
Bir sonraki günün plânında teleferiklerle şehrin üst noktası olan Montjuic
Tepesi’ne çıkmak ve buradan şehir manzarasını izledikten sonra yine Gaudi’nin
bir eseri olan Sagrada Familia (Bitmeyen Kilise)’ya gitmek var. Sabah erken
saatte tekrardan Barselona sokaklarındayız. Elimizdeki şehir haritasından
yararlanarak bizi Montjuic Tepesi’ne götürecek teleferiklere ulaşıyoruz.
Teleferik yolculuğu yaklaşık 3 – 4 dakika kadar sürüyor. Tepeye vardığınızda
ise Barselona ayaklarınızın altında. Şehir manzarasını izleyerek epeyce bir
süre geçiriyoruz orada. Daha sonra tekrardan teleferik kullanmayıp yürüyerek
aşağı doğru iniyoruz. Şimdiki hedefimiz Sagrada Familia. Şehir haritasından
bulmak oldukça kolay. Vardığımızda yine aynı hüsran. Müthiş bir sıra var.
Aslında içeri girmeye niyetliyiz ama bu sefer sıra gerçekten bitecek gibi
değil. Biz de Sagrada Familia’yı dışarıdan izleyip ve incelemekle yetinip
yolumuza devam ediyoruz. Sonrasında ufak bir pişmanlık duymadık değil tabi
inanın binanın dış yapısı bile gerçekten çok etkileyici. Sokaklarda yürümeye
devam ederken birden gözümüze çok etkileyici bir bina çarpıyor ve anında bu
binanın da bir Gaudi eseri olduğunu anlıyoruz. Adı ise Casa Mila. Sonrasında
öğreniyoruz ki Barselona’nın en güzel binalarından biri olarak kabul
ediliyormuş. Bugünü de bitiriyoruz ve birkaç şişe şarap alıp hostelin yolunu
tutuyoruz. Hosteldeki insanlarla biraz muhabbet edip onlara şarap ikram
ediyoruz. Geceyi bu şekilde geçirdikten sonra sabah ilk işimiz gidip birer
bisiklet kiralamak oluyor. Amacımız son günümüzde hem şehri bisikletlerle daha
da ayrıntılı gezmek hem de Barselona plajına ulaşıp denize girmek. Bisikletleri
gün boyu kiraladıktan sonra hiçbir yol haritası çıkarmadan öylece sürüyoruz.
Türkiye’de bu kadar rahat bisiklet sürmeye alışık olmadığımızdan iyice
kaptırıyoruz kendimizi. Daha sonra ise Barselona plajına doğru gidiyoruz. Nice
plajına göre kat kat daha büyük daha güzel bir deniz diyebilirim. Plajda
binlerce insan var. Bisikletlerimizi kilitleyip kendimize plajda bir yer
buluyoruz. Diğer iki arkadaşım denize giriyorlar ama ben hem denize girmek
istemediğimden hem de eşyalarımıza göz kulak olmak için plajda oturuyorum.
Arkadaşlarımın anlattığına göre ise su gerçekten çok güzel ki zaten yaklaşık
bir saat boyunca sudan çıkmadılar sağolsunlar. Tekrardan bisikletlerimize
atlayıp hava kararmaya yakın biraz daha sokakları geziyoruz ve oradan hostele
dönüp çantalarımızı hazırlıyoruz. Sabah Paris trenimiz var. Geceyi ise tabi ki
yine dışarıda geçireceğiz. Tren garının önüne her zamanki gibi yerleşiyoruz
ancak bu sefer bir aptallık yapıyoruz. Çok yorgun olduğumuz için kimsenin nöbet
tutmaya niyeti yok. Bu yüzden kafaları koyduğumuz gibi dalıyoruz uykuya. Sabah
adamın biri bizi uyandırıyor ve tek kelime İngilizce bilmiyor. El kol
hareketleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama anlamıyoruz. Sonra ise
telefonlarımızın olmadığını fark ediyor üstüne bir de yetmezmiş gibi
arkadaşımın el çantası yok. Kaçınılmaz son. Soyulduk. Adamın gösterdiği yöne
doğru ben ve arkadaşım koşmaya başlıyoruz ama nafile. Hiçbir şey yok. Moraller
bozuk olarak gerisin geriye dönüyoruz ve bizi bekleyen diğer arkadaşımızla
beraber çantalarımızı toplamaya başlıyoruz. Bir buçuk saat kadar sonra trenimiz
kalkacak. Yalnız el çantası çalınan arkadaşım bir şeyin farkına varıyor.
Interrail bileti yok. O ufak el çantasında ıvır zıvır şeyler taşıyan bu yüzden
çalındığı için çok da üzülmediğimiz çantanın içine o gece Interrail biletini
koymuş. Tamamen çökmüş durumdayız. O bilet olmadan arkadaşın trene binmesi
imkânsız. Anca para verip bilet alması lazım ki normal bilet fiyatları
neredeyse 100 Euro’dan başlıyor ve tabi ki o kadar paramız yok. Resmen ortada
kaldık. Bir umut arkadaşımla beraber karakola gidiyoruz. Belki tren garında bir
kamera vardır da bir şekilde hırsızlara ulaşılabilir vs. diye. Polise durumu
anlatıyoruz ama koskoca Barselona garında bize kamera olmadığını söylüyor
üstüne üstlük yaklaşık 1 saat kadar da bizi orada tutanak doldurmak için
tutuyor. Tren saatimiz ise çok vaktimiz kalmadı. Karakoldaki işlemleri
hallettikten sonra koştura koştura gara gidiyoruz. Trene nasıl bineceğimiz
hakkında bir fikrimiz yok. Sonra arkadaşımın aklına bir fikir geliyor.
Avrupa’daki bütün trenler tam saniyesinde kalktığı için son dakikaya kadar
bekliyoruz. Sonrasında ise aceleyle trene koşup kapıdaki görevliye aramızdan
biri bir bilet gösterip acelemiz var Interrail yolcusuyuz diyerek diğer ikimizi
hızlıca geçirecekti. O kadar kısa süre içinde böyle aptalca bir plandan başka
bir şey gelmemişti aklımıza ama gerçekten işe yarıyor ve bir arkadaşımız bileti
olmamasına rağmen trene biniyor ve rahat bir oh çekiyoruz. Trende ise ben ve
arkadaşım elimizde Barselona karakolundan aldığımız tutanaklarla birbirimize
bakıp gülüyoruz. Bundan böyle Barselona emniyetinde kaydımız var.
Nice
Hava aydınlanırken
bizde uyku tulumlarımızı ve çantalarımızı toplayıp trenimize doğru gidiyoruz.
Tren fazlasıyla kalabalık. Yol boyunca birçok insanla muhabbet etme fırsatı
buluyoruz ve tren yolculuğu daha da eğlenceli hale geliyor. Nice’e vardığımızda
ne yapacağımıza dair hiçbir fikrimiz yok. Trende birkaç kişi bize Nice
plajından bahsediyor. Biz de şehre iner inmez Nice plajına ulaşmaya çalışıyoruz.
Şehir oldukça düzensiz ve gerek insanlar gerek caddeler ve sokaklar açısından
çok karmaşık. Birkaç kişiye sorarak plaja varıyoruz. Plaj o kadar etkileyici
değil ama yine de güzel bir plaj. Hemen üstümüzü başımızı çıkartıp İstanbul’dan
çıkarken ne olur ne olmaz diye yanımıza aldığımız mayolarımızı giyiyoruz ve
doğruca denize giriyoruz. Su gerçekten çok temiz. Ama bizim asıl amacımız
plajdaki duşları kullanarak duş almak. Çünkü günlerdir banyo yapma fırsatı
bulamadık. Şampuanları ve sabunları çıkarıp plajda bulunan iki tane duşu
yaklaşık yarım saat boyunca kapatıyoruz ve arkamızda uzun sıralar oluşuyor ama
ısrarcıyız. Çok da abartmadan güzelce banyomuzu yapıyoruz ve küfür yemeden duşu
terk ediyoruz. Plajda biraz dinlenip konservelerimizi yedikten sonra geceyi
nasıl geçirebileceğimiz konusunda düşünmeye başlıyoruz. Aklımıza ilk gelen yine
tren garında sabahlamak oluyor tabi ama şöyle bir şey var ki Nice insanları
biraz tehlikeli. Plajdayken bile birkaç kişi bizim turist olduğumuzu anlayıp
rahatsız etmeye başlamıştı. Bizde gözümüze kestirdiğimiz Bulldog isimli bir
bara giriyoruz ancak bizi çantalarımızın büyüklüğünden dolayı çantalarla içeri
almıyorlar. Bizde daha önceden gördüğümüz bir Türk dönerciye gidip ricada
bulunuyoruz ve çantaları ona emanet ediyoruz. Beklediğimizden çok daha iyi bir
bar ortamı karşılıyor bizi. Gece saatine kadar hard rock çalan bir grup önce
bütün mekânı ayağa kaldırıyor daha sonrasındaysa sabah 04.00’e kadar yine sert
müzikler eşliğinde bar tamamen alt üst oluyor. Alkol fiyatlarıysa tabi ki
pahalı. Bu yüzden bütün geceyi sadece iki tane birayla geçiştiriyoruz. Sabaha
karşı bardan çıkıp tren garına doğru yürümeye başlıyoruz. Sokaklarda çok fazla
insan yok ama şüphemizde haklı çıkıyoruz ve yol boyunca insanlar bizi sözlü
olarak fazlasıyla rahatsız ediyor. Tabi ki boynumuzu yere eğip devam ediyoruz.
O kadar da cesaretimiz yok. Tren garına vardığımızda tren kalkış saatine 1 – 2
saat kadar bir süre var. Oturup biraz kestiriyoruz ve sonrasında yedi
aktarmayla ulaşacağımız Barselona için ilk trenimize biniyoruz.
Floransa
Kısa süren bir tren
yolculuğundan sonra akşam saatlerine doğru Floransa’dayız. Hemen bilet
gişelerine koşturup Barselona treni için bilet soruyoruz ama yine hüsran.
Buradan kalkan trenlerde de hiç boş yer yok. Resmen Floransa’da elimiz kolumuz
bağlı kalıyoruz ve müthiş bir moral bozukluğuyla bir köşeye gidip öylece
oturuyoruz. Ne yapacağız ne edeceğiz derken arkadaşlarımdan biri son bir defa
daha şansını denemek için gişelere gidiyor ve geri döndüğünde elinde biletle
geliyor. Floransa – Nice bileti. Öncelikle Floransa’dan Nice’e oradan da yedi
tane aktarma yaparak Barselona’ya ulaşacağız. Ancak tren sabah saatinde. Yani
Floransa’da sabahlamamız gerekiyor. Ardından da Nice’de de bir gece kalmamız
gerekecek. Plânlar biraz alt üst oluyor. Yapacak bir şey yok. Bulabildiğimiz tek
yol bu. Biraz daha moralli olarak toparlanıyoruz ve hava kararmak üzereyken
Floransa’yı gezmeye başlıyoruz. Çok sade ve çok sakin bir şehir çıkıyor
karşımıza. Adeta bir sanat eseri denilebilir. Her yer o kadar huzurlu ve
birbiriyle uyumlu ki rotamızda olmayan bu şehri, gezimizin sonunda birinci
sıraya koyacağımızdan henüz haberimiz yok. Hemen şehrin merkezindeki
köprülerden birinde müthiş bir güneş batımı karşılıyor bizi ve dakikalarca
gözlerimizi alamadan izliyoruz. Sonrasındaysa alabildiğine şehri yürümeye
başlıyoruz. Sokaklarda heykeller eşliğinde geziyorsunuz. Tam bir sanat şehri.
Bir anda bir kalabalık çarpıyor gözümüze. Merak edip gidiyoruz. İki tane sokak
müzisyeni harika bir konser veriyor köprü üstünde. İnsanlar köprüyü tamamen kapatmış,
kimisi ayakta kimisi yere oturmuş iki tane müzisyeni izliyor. Dayanamıyor bizde
kendimize bir yer buluyoruz ve yaklaşık 1 – 2 saat boyunca oradan
ayrılamıyoruz. Gerçekten harika bir şölen sunuyorlar insanlara. Müzisyenlerden
bir tanesi var ki oradaki herkesi içtenliğiyle etkilemeyi başarıyor. Köprünün
ortasına sırtüstü yatıp yıldızlara bakarak gitar çalması ve iki – üç yaşlarında
ufak bir kızın önünde diz çökerek ona gitar çalıp şarkı söylemesi sadece birkaç
örnek. Vaktimiz dar olduğu için o müthiş atmosferi bırakıp yolumuza devam
ediyoruz ve Michelangelo Tepesi’ne doğru gidiyoruz. Yol biraz zaman alıyor.
Tepeye vardığımızda ise harika bir Floransa manzarası karşılıyor bizi. İnsanlar
manzara eşliğinde içki içip, dans ediyorlar. Aralarına katılmak fikri geçiyor
aklımızdan ama bir de bakıyoruz dans öyle bir dans değil. Bildiğin tango
yapıyorlar. Saygı duyup önümüzdeki merdivenlere oturarak bir yandan onları bir
yandan da manzarayı izlemekle yetiniyoruz. Tren garının kapanmasına az bir süre
kala koştura koştura gara gidiyoruz. Belki yine şansımız yaver gider de
Termini’deki gibi izin verirler ve içeride yatarız düşüncesi var. Çünkü ne
Floransa’da ne de Nice’de hostel parası vermeye niyetimiz yok. Gara varıyoruz
ve uyku tulumlarını açıp yatıyoruz. Saat 01.00’e geldiğinde güvenlikler geliyor
ve bizi dışarı çıkarıyorlar. Mecburen uyku tulumlarını dışarı taşıyoruz ve tren
garının önüne bir güzel kurulup, nöbetleşe uyumaya başlıyoruz. Dışarıda yatmak
bu işin bir zevki haline geliyor bir süre sonra çünkü yalnız değilsiniz. Sizin
gibi onlarca insan da sabah treni olduğu için ya da hostele para vermemek için
sizinle beraber dışarıda yatıyorlar. Ancak ne olur ne olmaz önlem almak
gerekiyor yine de. Nöbetleşe uyumak da bu önlemlerden biri. Onun dışında
paranızı ve herhangi bir değerli eşyanız varsa onu uyku tulumunuzun içinde
saklayın. Sırt çantalarınızı da birbirine kilitleyip kafanız altına
koyduğunuzda paranızı ve eşyalarınızı garantiye almış oluyorsunuz.
Venedik
Sabah uyanıp Venedik
trenine binmek için hazırlanıyoruz. Sorunsuz geçen tren yolculuğumuzdan sonra
Venedik’e iniyoruz ve iner inmez bizi müthiş bir şehir karşılıyor. Venedik’te
konaklama gibi bir plânımız yok. Bütün gün şehri gezip akşamda Barselona
trenine bineceğiz. Ancak işler düşündüğümüz gibi gitmiyor. Şehre indiğimiz gibi
hemen Barselona tren biletimizi almak için gişelere gidiyoruz ama tek bir boş
yer bile yok. En uygun tren 2 – 3 gün sonra. Ne yapacağız diye düşünürken
gişedeki görevli Floransa’dan aktarma yapabileceğimizi söylüyor ve aslında
rotada olmayan Floransa rotaya dahil olmuş oluyor. Yeri gelmişken söyleyeyim.
İndiğiniz şehirde ilk işiniz bir sonraki gideceğiniz şehrin biletini almak
olsun. Sonra büyük sıkıntılar yaşanabiliyor. Bilet işini hallettikten sonra
Venedik gezisine başlıyoruz. Amacımız öncelikle San Marco meydanına ulaşmak.
Yol, yürüme mesafesiyle tahmin ettiğimizden uzun sürüyor ama bu sayede Venedik
sokaklarını da gezmiş oluyoruz. Tarihi yapılar, kanallar, gondollar... San
Marco meydanına vardığımızda yorgunluktan kendimizi yere atıyoruz ve oturup bir
süre meydanı ve insanları izliyoruz. Sonradan arkadaşımın ısrarları üzerine meydanda
bulunan Aziz Mark’ın Çan Kulesi’ne çıkıyoruz ama tam bir hüsran ve boşuna
verilmiş 8 Euro. Siz siz olun böyle bir hataya düşüp de o kuleye çıkmayın. Çöpe
atılmış 8 Euro’nun da verdiği sıkıntıyla Floransa trenine gitmek için geri
dönüş yoluna koyuluyoruz. Gözlerimiz tabi ki gondollarda. Venedik’e gidip de
gondola binmemek olmaz. İçlerinden birine yaklaşıp fiyat soruyoruz ve
cevabımızı aldığımız gibi ziyade olsun deyip oradan uzaklaşıyoruz. Birkaç
gondol sahibinden de aynı fiyatı alınca bu sevdadan vazgeçiyoruz. Hatırladığım
kadarıyla 100 Euro civarında bir fiyat söylemişlerdi. Eğer çok fazla bir
bütçeniz yoksa gondola binmeyi unutun. Onun yerine daha güzel bir yol
buluyoruz. Vaporetto adı verilen ve sadece 8 Euro olan vapurlardan birine
biniyoruz ve bizi tren garının tam yanıbaşında indiriyor. Hem de gondolların
gittiği yoldan. Sadece gondolların girebileceği darlıktaki yerlere giremiyor o
kadar. O da çok önemli değil. Anlayacağınız daha ucuza ama biraz kalabalık
olarak gondollarla aynı yoldan Venedik kanalları üzerinde müthiş bir seyahat
yapabilirsiniz. Tren garına varıyoruz ve Floransa’ya doğru hareket ediyoruz.
Roma
Bütün
hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra İstanbul’dan yaklaşık üç saatlik bir uçak
yolculuğuyla ilk durağımız olan Roma’ya indik. Havaalanından sizi şehir merkezine
götüren otobüsler var ve kişi başı 10 Euro gibi bir ücret alıyorlar. Şehir
merkezine geldiğimizde öncelikle rezervasyon yapmış olduğumuz hosteli aramaya
koyulduk. Bizi biraz uğraştırsa da sonunda bulduk ve hostele yerleştikten sonra
şehri tanımak için şehir merkezinde dolaşmaya başladık. Bu arada unutmadan
söyleyeyim. Hostel fiyatları Avrupa’nın hemen hemen her yerinde geceliği 20
Euro’dan başlıyor. İlk gün şehri biraz tanıdıktan sonra şehir haritasından daha
önceden gezmek için kararlaştırdığımız yerleri bulduk ve hangi gün nereye
gideceğimizin plânını yaptık. Toplu taşıma çok pahalı değil ancak elinizden
geldiğince kullanmamaya çalışın. Çünkü çok iyi düzenlenmiş Roma sokaklarında
tarihi mimariler eşliğinde yürümek size unutamayacağınız anılar sağlıyor. Bizim
Roma’daki ilk durağımız Kolezyum oldu. Eğer çok erken saatlerde gitmeyip öğle
saatlerine bırakırsanız saatlerce sırada bekleyebilirsiniz. Kolezyum’u
gezdikten sonra Kolezyum çevresinde yer alan Antik Roma’yı keşfe çıkarak kralın
ve halkın yaşadığı alanları gördük. Böylelikle birinci günümüzü tamamlamış
olduk. İkinci günümüzde Roma sokaklarında biraz turladıktan sonra şehir
merkezinde birkaç savaş ve tarih müzesi gezdik. Kesinlikle görülmesi gereken
yerler diyemem ama yine de gezmekte fayda var. Akşam saatlerine doğru hazır
İtalya’ya gelmişken pizza yemeden dönmeyelim dedik ve bir kafeye girdik. En
ucuzundan birer pizza söyledik ama üçümüzde beklediğimiz tat farkını bulamadık.
Belki de en ucuzundan söylediğimiz içindi, bilemiyorum. Karnımızı tam olarak
doyuramadığımızdan ucuz bir şeyler bulmak için biraz daha gezindik ve ilk
gördüğümüzde çok şaşırdığımız ama sonrasında gittiğimiz her yerde görünce
alıştığımız kebapçılardan birini gördük. Büyük bir sevinçle belki Türk çıkarlar
umuduyla ‘’Selamın Aleyküm’’ diye daldık içeri ve beklediğimiz cevap geldi
‘’Aleyküm Selam’’. Ayaküstü samimi bir memleket muhabbeti ve ardından benim
adamlarla hemşeri çıkmam sonucunda indirimli verilen yarım ekmek arası
dönerler. Anlayacağınız güzel bir anı. Hava karardığında ise kendimizi İspanyol
Merdivenleri’nde yüzlerce insanla otururken bulduk. Merdivenlerin çevresindeki
sokak müzisyenleri ve insanların mutlulukları günün yorgunluğunu almıştı
üzerimizden. Üçüncü gün ise plânımız sabahtan Vatikan’a gidip akşam da Fontana
Di Trevi yani Aşıklar Çeşmesi’nde Roma gezimizi tamamlamaktı. Şehir merkezinden
kalkan otobüslerle yaklaşık yarım saatlik bir yolculukla Vatikan’a ulaştık.
Dünyanın en küçük ülkesi olarak kabul edilen Vatikan gerçekten gezilmeye ve
görülmeye değer. Vatikan Müzesi, San Pietro Kilisesi ve Sistine Chapel’i
görmeden dönmek kesinlikle büyük bir hata olacaktır. Kolezyum’da olduğu gibi
Vatikan’da da çok fazla sıra beklemeniz gerekiyor. Ayrıca unutmadan söylemekte
fayda var. Vatikan’ın bazı bölümlerine kadınların şort ve mini etekle girmeleri
yasak. Bu yüzden Vatikan’a gitmeden önce bunu göz önüne alarak giyinirseniz sonrasında
bir problem yaşamazsınız zira gözümüzün önünde yaklaşık 10 kişi bu sebepten
saatlerce sıra beklemelerine rağmen içeri alınmadı. San Pietro Kilisesi görüp
görebileceğiniz en iyi kiliselerden biri diyebilirim. Açıkça söylemek gerekirse
bizim ağzımız açık kaldı. Müthiş bir mimari, müthiş işlemeler ve müthiş bir
ihtişam. Kilisenin en üstündeki kubbeye çıkarak müthiş bir şehir manzarası
izleyebilirsiniz ancak kubbeye çıkmak için çok fazla merdiven çıkmanız
gerekecek. Hatırladığım kadarıyla biz iki kere mola vermiştik kubbeye çıkan
merdivenleri tırmanırken. Kubbeye çıkıp şehri de izledikten sonra sıra geliyor
Sistine Chapel’e. Müthiş bir mimari ve hepsi birbirinden şaheser sanat
eserleriyle başbaşayız. Özellikle Sistine Chapel’in tavanında yer alan Michelangelo'nun ‘’Adem’in Yaratılşı’’ isimli
eserinden gözlerimizi alamıyoruz. Bunun dışında da birçok İtalyan Rönesans
ressamlarının eserlerini görmek mümkün. Açık söylemek gerekirse resim sanatını
pek anlayan ve pek de seven biri değilimdir ama Sistine Chapel’e kesinlikle bir
kez daha yolumun düşmesini istiyorum. Vatikan gezisi de bittikten sonra hava
kararmaya başlıyor ve kendimizi Aşıklar Çeşmesi yolunda buluyoruz. Vardığımızda
ise tahmin ettiğimizden daha güzel bir atmosferle karşı karşıya kalıyoruz. 1960
yılında Federico Fellini’nin çektiği Dolce Vita filminde Anita Ekberg’in
Aşıklar Çeşmesi’ne girdiği sahneyi hatırlıyor insan ister istemez. Bütün
akşamımızı orada geçiriyoruz ve tekrardan gidip görmek istediğimiz yerler
listesine hiç şüphe etmeden ekliyoruz kendisini. Yalnız şunu unutmayın, siz siz
olun bizim yaptığımız gibi üç erkek gitmeyin oraya. Herkes çift halinde oturup
oranın tadını çıkarırken üç erkek oturup birbirimize bakmamız inanın hiç hoş
değildi. Gece sonunda hostele dönüyoruz. Sabah Venedik trenimiz var. Ancak
hostele bir gece daha para ödemek gibi bir niyetimiz yok. Bu yüzden geceyi
dışarıda geçirmek üzere çantalarımızı alıp Termini tren garının yolunu
tutuyoruz. Normalde Avrupa’da gece saat 01.00 ve 04.00 arasında bütün tren
garları kapalıdır ve hiçbir şekilde sizi gar içerisinde yatırmazlar ancak
Termini’deki güvenlik görevlileri oldukça iyi yürekli çıktı ve bizimde içinde
bulunduğumuz yaklaşık 30 – 40 kişinin sabahlaması için garın içinde yatmasına
izin verdiler.
Hazırlık Aşaması
Bundan dört sene önce Interrail
tecrübesini elde edebilme fırsatını bulmuştum. İstanbul’dan iki arkadaşımla
beraber gerçekleştirdiğimiz 15 günlük Interrail seyahatimizde sırasıyla
İtalya’da Roma, Venedik ve Floransa, Fransa’da Nice ve Paris, İspanya’da
Barselona ve Hollanda’da Amsterdam’ı gezdik. Üçümüz de daha önce yurtdışı
tecrübesine sahip değildik. O zaman için görmek istediğimiz ve maddi gücümüzün
yetebileceği ülkeleri kararlaştırmakla yolculuğumuzun başlangıç adımını atmış
bulunduk.
Interrail hakkında birkaç
bilgiye sahiptik ama ülkeleri kararlaştırdıktan sonra, pasaport ve vize
işlemleri, tren ve uçak biletleri, yapacağımız yolculukların mesafeleri,
kalacağımız yerler vs. gibi daha önce hiç ilgilenmediğimiz konular üzerine
ayrıntılı bir araştırma içerisine girdik. Öncelikle pasaport işlemlerimizi
başlattık. Kendi adıma konuşacak olursam, pasaportumu bir senelik olarak
çıkarttım ama bir sene sonra bu yaptığımın tam bir aptallık olduğunu anladım.
Çünkü bir yıllık pasaport için yaklaşık 200 TL gibi bir bedel ödemiştim. Oysa
ki on senelik pasaport bedeli 500 TL civarında bir fiyattı. Bütçem kısıtlı
olduğundan pasaporta daha az para verip kalan parayı başka masraflara harcamak
istemiştim ancak bir sene sonra tekrardan pasaport çıkartmam gerektiğinde bu
sefer aynı hatayı yapmayıp on senelik olarak çıkarttım ve bu yüzden uzun bir
süre kafam rahat olacak. Bir senelik pasaport için vereceğiniz bedelin üzerine
yaklaşık bir o kadar daha para koyup on senelik pasaport çıkartmanızda fayda
var diyebilirim. Sonrasında İstanbul-Taksim’deki Gençtur’a giderek tren ve uçak
biletlerimizi aldık. Tren bileti tercihimizi Interrail Global Pass – 10 günde 5
flexi olarak yaptık. Uçak bileti tahmin edeceğiniz üzere Interrail seyahatinde
gerekli değil ancak biz iki flexi hakkımızı İstanbul’dan çıkarken ve İstanbul’a
dönerken harcamak istemediğimiz için ilk olarak İstanbul’dan Roma’ya uçakla
gidip, flexi hakkımızı oradan başlatmak istedik. Daha sonra ise son durağımız
olan Amsterdam’dan yine uçakla Türkiye’ye döndük. Böylece fazladan beş gün
kadar kârımız oldu. Ekstradan uçak bileti masrafı ödemek istemiyor
olabilirsiniz tabi ki ama Interrail seyahatiniz boyunca yaşayacağınız
aksilikleri ve bunlardan dolayı gün kaybetme riskini düşünecek olursak elde
edilen o beş günlük kâr fazlasıyla hayat kurtarıyor diyebilirim. Ancak
acemiliğimizden dolayı bizim yaptığımız gibi uçak biletinizi kesinlikle son
haftalarda almayın. Daha erken tarihlerde oldukça ucuz fiyata uçak biletleri
bulabilirsiniz. Neyse ki bizim şansımız vardı da bileti 1 hafta kala almaya
karar vermemize rağmen kampanyalı uçak bileti bulabilmiştik. Tren ve uçak
biletini hallettikten sonra sıra geliyor vize işlemlerine. En çok uğraştıran ve
can sıkan kısımda buydu zaten. Size vize vermemek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Bütün belgelerimizi eksiksiz götürmemize rağmen gün içerisinde bizi iki kere
geri çevirdiler ve anca ondan sonra işlemlerimizi onayladılar. Vize için yine
İstanbul – Taksim’de bulunan IDATA’ya gittik. IDATA, İtalya, Hollanda ve
Almanya vizelerini veren bir şirket. Az önce de söylediğim gibi sizi çok fazla
zorluyorlar ve bir sürü belge getirmenizi istiyorlar. Bunlarla ilgili ayrıntılı
bilgiye IDATA’nın internet sayfasından rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Biz vizemizi
İtalya’dan Schengen olarak aldık ve yaklaşık yirmi gün kadar bir vize verdiler
bize. Vize ücreti ise 208 lira.
Bütün bu resmi işleri
hallettikten sonra sıra geliyor çanta hazırlamaya. Giyeceğiniz kıyafetlerden
tutun da kağıt-kaleme kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmeniz
gerekiyor. Ama aynı zamanda çantanızı da elinizden geldiğince hafif bir
ağırlıkta tutmaya çalışın. Çünkü seyahatiniz boyunca o çanta sırtınızdan hiç
ayrılmayacak ve inanın bir süre sonra taşınmayacak hale gelecek. Özellikle
kıyafet konusunda sakın abartmayın. 4-5 tane tişört, bir pantolon ya da kapri
sizin için yeterli olacaktır. Bunlar dışında çantanıza koyacağınız şeyler
tamamen size kalmış. Ancak ufak bir tavsiye vermek gerekirse yanınıza bol bol
konserve alın diyebilirim. Avrupa’da her şey pahalı olduğu gibi yiyecek
fiyatları da oldukça pahalı. Zaten çok fazla bütçeyle gitmiyorsanız yiyeceğe
para ayıramayacaksınız. Bu yüzden yanınıza aldığınız konserveler ve gittiğiniz
yerlerdeki süpermarketlerden alacağınız ucuz sandviçler sizin seyahat boyunca
besin kaynağınız olacak. Ayrıca belirtmekte fayda var. Uyku tulumunuzu ve
matınızı yanınıza almayı unutmayın. Hostel parasından kısmak için bazı günler
dışarıda yatmanız gerekebilir. Genel bir toparlama yaparsak, tren ve uçak
biletleri, vize ve pasaport ve diğer harcamalarla birlikte İstanbul’dan çıkış
fiyatımız 1000 TL gibi bir fiyatı buldu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)