7 Nisan 2015 Salı

Paris

Sıra geliyor yolculuğumuzun sondan bir önceki durağa Paris’e. Tabi ki en çok merak ettiğimiz yerlerden biri ve şehir içindeki rotamız oldukça geniş. Hava kararmasına yakın Paris’e iniyoruz ve otelimizi aramaya koyuluyoruz. Evet bu sefer otelde kalacağız çünkü geceliği hostelle aynı fiyatta bir otel bulduk. Oteli bulmakta biraz zorlanıyoruz çünkü metro hattını kullanmamız gerekecek ve Paris metro hattı resmen bulmaca gibi bir yer. Sürekli aktarma yapmanız gerekiyor ve şehrin en uç noktasına kadar bile metro ulaşıyor. Otelimizin bulunduğu durakta iniyor ve sora sora oteli buluyoruz. Gezi boyunca kaldığımız en iyi yer. Kendimize özel odamız, tuvaletimiz, banyomuz var ve dediğim gibi hostellerle aynı fiyata. Üzerimizde müthiş bir yorgunluk olduğu için kendimizi yatağa attığımız gibi uyuyoruz. Deliksiz bir uykudan sonra sabah kalkıyor ve ilk işimiz koştura koştura Disneyland’a gitmek oluyor. Uzun bir metro yolculuğundan sonra Disneyland’e varıyoruz. Bütün günümüzü orada geçireceğiz. Gerçekten de çocukluğumuza döndürüyor bizi. Her yer çizgi film karakterleriyle ve çizgi filmlerdeki evlerle donatılmış devasa bir alan ve oyuncaklar. İçerideki bütün oyuncuklara biniyoruz. Küçüklere yönelik oyuncaklar ağırlıkta ama büyüklere yönelik oyuncaklar da var. Özellikle Roller Coaster’lar tekrar tekrar binilecek cinsten. Bütün oyuncaklar için çok fazla sıra beklemeniz gerekiyor ama inanın buna değiyor ki zaten dediğim gibi bütün gününüzü rahatlıkla orada geçirebilirsiniz ve Paris’teki ilk günümüzün tamamını orada geçiriyoruz. Gece müthiş bir yorgunlukla otele dönüyor, bir şeyler yiyip duşumuzu aldıktan sonra yatıyoruz. Ertesi günün planı çok dolu. Öncelikle Louvre Müzesi’ne, oradan Şanzelize’yi geçip Eyfel Kulesi’ne gideceğiz. Louvre Müzesi’ne giriş öyle çok pahalı değil. Yaklaşık 6 – 7 Euro gibi bir fiyat. Gez gez bitmeyecek denilen türden bir yer ama gerçekten de eşsiz bir müze. Herkes gibi önceliğimiz tabi ki Mona Lisa tablosunu görmek oldu. Yanına yaklaştırmıyorlar.  O yüzden biraz uzaktan bakmak durumundayız. Fazlasıyla koruma var tablonun etrafında ama fotoğraf çekmeye karışmıyorlar. Yaklaşık 3 saat kadar bir süre müzede kaldıktan sonra çıkıp Şanzelize’ye gidiyoruz. Upuzun ve çok geniş bir cadde. 15 – 20 dakika kadar caddede yürüdükten sonra Eyfel’i uzaktan görüyoruz ve adımlarımızı biraz daha hızlaştırıyoruz. En çok merak ettiğimiz ve görmek istediğimiz yerlerden biri olan Eyfel’e geliyoruz. Gerçekten etkileyici ve bunun yanı sıra hem bulunduğu alan hem de çevre alanlar gerçekten çok iyi düzenlenmiş. Saatlerce vakit geçirebiliyorsunuz. Çimenlere yayılıp öylece Eyfel’i ve etrafı izliyoruz. Sonra arkadaşımla beraber gidip birer şarap alıp geri dönüyoruz ve çimenlere yayıldıkça yayılıyoruz. Hava kararmaya başlıyor ve etraf iyice hareketleniyor. Gece ise kulede bir ışık şovu başlıyor. Metro saatinin kapanmasına yakın toparlanıyoruz ve otele dönüş yoluna koyuluyoruz. Yine otelde çok güzel bir uyku ve sabah kahvaltının ardından bu sefer ki rotamız Montmarte Tepesi, Sacre Coeur Bazilikası ve Notre Dame Katedrali. Montmarte Tepesi şehri tepeden izleyebileceğiniz bir yer ve gerçekten eşsiz bir manzarası var. Aynı zamanda Sacre Coeur Bazilikası’nı da barındırıyor. Tepeden biraz şehri izleyip sonra da bazilikaya giriyoruz. Şansımıza bir ayine denk geliyoruz ve tamamen dolu bir bazilikada ayine katılma fırsatı buluyoruz. Bazilikayı gezdikten sonra Notre Dame Katedrali’ne doğru yola koyuluyoruz. Katedrali de gezdikten sonra şehir içinde biraz yürüyüp etrafı gezeceğiz. Notre Dame Katedrali gerçekten etkileyici. Özellikle mimari açıdan müthiş bir görsellik sunuyor. Paris’e gitmişken görülmesi gerekenler listesine konulmalı. Yine hafiften bir yorgunluk başlıyor ve bir yere oturup konservelerimizden bir tanesini yiyoruz. Hava kararmış durumda. Metroyu kullanmayıp yavaş yavaş otele doğru yürümeye başlıyoruz. Ertesi gün son günümüz. Paris gerçekten dolu dolu geçiyor. Son gün planımız ise Moulin Rouge, Sorbonne Üniversitesi ve oradan Lüksemburg Sarayı’na geçip en sonda da geceyi geçirmek için tekrardan Eyfel.









Barselona

Elimizdeki tren saatlerine göre akşam hava karardığında Barselona’da olacağız ama kendi aptallığımız yüzünden maalesef bu saat biraz daha gecikiyor. Birinci aktarma, ikinci aktarma, üç, dört derken beşinci aktarmayı yapacağımız treni ağır davranmamızdan yani trenin kapıları kapanıp inemediğimiz için kaçırıyoruz maalesef ve mecburen bir sonraki durakta iniyoruz. Fransa’nın adını sanını bilmediğimiz ufacık bir köyünde resmen hapsoluyoruz. Moraller sıfırında altında çünkü Barselona’ya tek gidiş yolumuzu çöpe atıyoruz. İstasyondaki görevliden yardım istiyoruz ve adam bize tekrardan bir harita çıkarıyor. Ancak şöyle bir şey var. Resmen zamanla yarışacağız. Üç aktarma yapıp son istasyondaki Barselona trenine yetişmemiz gerekiyor. Başka çaremiz olmadığından düşüyoruz tekrar yola. Son istasyona geldiğimizde hemen Barselona trenini arıyoruz ve tam karşı peronda tren kalkmaya hazırlanıyor. Deparı bastığımız gibi tam kapılar kapanırken kendimizi içeri atıyoruz ve tren kalkıyor. Suratlarımızda saçma bir gülümsemeyle birbirimize bakıyoruz. Oysaki daha önceden ağır davranmamış olsak bu aksiyonu yaşadığımız saatlerde çoktan Barselona’ya varmış olacaktık. Birkaç saatlik tren yolculuğundan sonra Barselona’ya iniyoruz ve önceden rezervasyonumuzu yaptığımız hosteli aramaya koyuluyoruz. Fazla zorlanmadan da buluyoruz. O yorgunlukla da kendimizi yataklara attığımız gibi uyuyoruz. Sabah ilk iş şehri tanımak ve biraz yürümek. Şehrin merkezindeki La Rambla Caddesi bunun için oldukça uygun. Biraz yürüdükten sonra direkt olarak Nou Camp Stadyumu’na doğru gidiyoruz. Oraya kadar gitmişken görmek lâzım tabi. Giriş ücretini tam olarak hatırlamıyorum ama bizim bütçemiz için oldukça fazlaydı. Biz de bu stadın içerisine girme sevdasından vazgeçip etrafında turlamaya başlıyoruz ve şans yine bizim yanımızda. Stadın kapılarından biri çarpıyor gözümüze. Yarıya kadar açık. Çaktırmadan kapıdan içeri süzülüyoruz ve kendimizi stadın otoparkında buluyoruz. Hızlı hızlı merdivenleri çıkıp son basamağa geldiğimizde bir de bakıyoruz içerideyiz. Hemen birkaç fotoğraf çekiyoruz, şöylece bir stadı izliyoruz ve güvenlik yanımıza gelip bizi apar topar dışarı çıkarıyor. Oysa o kadar da dikkat etmiştik kimse görmesin diye ama olsun, yine de istediğimizi alıyoruz hem de bedavaya. Bu mutlulukla rotamızdaki diğer bir yer Gaudi’nin eseri Park Guell’e gidiyoruz. Oldukça huzurlu ve büyük bir yer. Kesinlikle görmeden gelmemeniz gereken yerler arasında. Birinci günü böylece bitiriyoruz ve hostelin yolunu tutuyoruz. Gün boyunca yürüdük. Aslında metro ağlarıyla her yere rahatça ulaşılabiliyor ama her şehirde olduğu gibi burada tercihimiz gerek maddi açıdan gerekse şehri daha çok gezmek açısından yürümek yönünde oluyor. Bir sonraki günün plânında teleferiklerle şehrin üst noktası olan Montjuic Tepesi’ne çıkmak ve buradan şehir manzarasını izledikten sonra yine Gaudi’nin bir eseri olan Sagrada Familia (Bitmeyen Kilise)’ya gitmek var. Sabah erken saatte tekrardan Barselona sokaklarındayız. Elimizdeki şehir haritasından yararlanarak bizi Montjuic Tepesi’ne götürecek teleferiklere ulaşıyoruz. Teleferik yolculuğu yaklaşık 3 – 4 dakika kadar sürüyor. Tepeye vardığınızda ise Barselona ayaklarınızın altında. Şehir manzarasını izleyerek epeyce bir süre geçiriyoruz orada. Daha sonra tekrardan teleferik kullanmayıp yürüyerek aşağı doğru iniyoruz. Şimdiki hedefimiz Sagrada Familia. Şehir haritasından bulmak oldukça kolay. Vardığımızda yine aynı hüsran. Müthiş bir sıra var. Aslında içeri girmeye niyetliyiz ama bu sefer sıra gerçekten bitecek gibi değil. Biz de Sagrada Familia’yı dışarıdan izleyip ve incelemekle yetinip yolumuza devam ediyoruz. Sonrasında ufak bir pişmanlık duymadık değil tabi inanın binanın dış yapısı bile gerçekten çok etkileyici. Sokaklarda yürümeye devam ederken birden gözümüze çok etkileyici bir bina çarpıyor ve anında bu binanın da bir Gaudi eseri olduğunu anlıyoruz. Adı ise Casa Mila. Sonrasında öğreniyoruz ki Barselona’nın en güzel binalarından biri olarak kabul ediliyormuş. Bugünü de bitiriyoruz ve birkaç şişe şarap alıp hostelin yolunu tutuyoruz. Hosteldeki insanlarla biraz muhabbet edip onlara şarap ikram ediyoruz. Geceyi bu şekilde geçirdikten sonra sabah ilk işimiz gidip birer bisiklet kiralamak oluyor. Amacımız son günümüzde hem şehri bisikletlerle daha da ayrıntılı gezmek hem de Barselona plajına ulaşıp denize girmek. Bisikletleri gün boyu kiraladıktan sonra hiçbir yol haritası çıkarmadan öylece sürüyoruz. Türkiye’de bu kadar rahat bisiklet sürmeye alışık olmadığımızdan iyice kaptırıyoruz kendimizi. Daha sonra ise Barselona plajına doğru gidiyoruz. Nice plajına göre kat kat daha büyük daha güzel bir deniz diyebilirim. Plajda binlerce insan var. Bisikletlerimizi kilitleyip kendimize plajda bir yer buluyoruz. Diğer iki arkadaşım denize giriyorlar ama ben hem denize girmek istemediğimden hem de eşyalarımıza göz kulak olmak için plajda oturuyorum. Arkadaşlarımın anlattığına göre ise su gerçekten çok güzel ki zaten yaklaşık bir saat boyunca sudan çıkmadılar sağolsunlar. Tekrardan bisikletlerimize atlayıp hava kararmaya yakın biraz daha sokakları geziyoruz ve oradan hostele dönüp çantalarımızı hazırlıyoruz. Sabah Paris trenimiz var. Geceyi ise tabi ki yine dışarıda geçireceğiz. Tren garının önüne her zamanki gibi yerleşiyoruz ancak bu sefer bir aptallık yapıyoruz. Çok yorgun olduğumuz için kimsenin nöbet tutmaya niyeti yok. Bu yüzden kafaları koyduğumuz gibi dalıyoruz uykuya. Sabah adamın biri bizi uyandırıyor ve tek kelime İngilizce bilmiyor. El kol hareketleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama anlamıyoruz. Sonra ise telefonlarımızın olmadığını fark ediyor üstüne bir de yetmezmiş gibi arkadaşımın el çantası yok. Kaçınılmaz son. Soyulduk. Adamın gösterdiği yöne doğru ben ve arkadaşım koşmaya başlıyoruz ama nafile. Hiçbir şey yok. Moraller bozuk olarak gerisin geriye dönüyoruz ve bizi bekleyen diğer arkadaşımızla beraber çantalarımızı toplamaya başlıyoruz. Bir buçuk saat kadar sonra trenimiz kalkacak. Yalnız el çantası çalınan arkadaşım bir şeyin farkına varıyor. Interrail bileti yok. O ufak el çantasında ıvır zıvır şeyler taşıyan bu yüzden çalındığı için çok da üzülmediğimiz çantanın içine o gece Interrail biletini koymuş. Tamamen çökmüş durumdayız. O bilet olmadan arkadaşın trene binmesi imkânsız. Anca para verip bilet alması lazım ki normal bilet fiyatları neredeyse 100 Euro’dan başlıyor ve tabi ki o kadar paramız yok. Resmen ortada kaldık. Bir umut arkadaşımla beraber karakola gidiyoruz. Belki tren garında bir kamera vardır da bir şekilde hırsızlara ulaşılabilir vs. diye. Polise durumu anlatıyoruz ama koskoca Barselona garında bize kamera olmadığını söylüyor üstüne üstlük yaklaşık 1 saat kadar da bizi orada tutanak doldurmak için tutuyor. Tren saatimiz ise çok vaktimiz kalmadı. Karakoldaki işlemleri hallettikten sonra koştura koştura gara gidiyoruz. Trene nasıl bineceğimiz hakkında bir fikrimiz yok. Sonra arkadaşımın aklına bir fikir geliyor. Avrupa’daki bütün trenler tam saniyesinde kalktığı için son dakikaya kadar bekliyoruz. Sonrasında ise aceleyle trene koşup kapıdaki görevliye aramızdan biri bir bilet gösterip acelemiz var Interrail yolcusuyuz diyerek diğer ikimizi hızlıca geçirecekti. O kadar kısa süre içinde böyle aptalca bir plandan başka bir şey gelmemişti aklımıza ama gerçekten işe yarıyor ve bir arkadaşımız bileti olmamasına rağmen trene biniyor ve rahat bir oh çekiyoruz. Trende ise ben ve arkadaşım elimizde Barselona karakolundan aldığımız tutanaklarla birbirimize bakıp gülüyoruz. Bundan böyle Barselona emniyetinde kaydımız var.


Nice

Hava aydınlanırken bizde uyku tulumlarımızı ve çantalarımızı toplayıp trenimize doğru gidiyoruz. Tren fazlasıyla kalabalık. Yol boyunca birçok insanla muhabbet etme fırsatı buluyoruz ve tren yolculuğu daha da eğlenceli hale geliyor. Nice’e vardığımızda ne yapacağımıza dair hiçbir fikrimiz yok. Trende birkaç kişi bize Nice plajından bahsediyor. Biz de şehre iner inmez Nice plajına ulaşmaya çalışıyoruz. Şehir oldukça düzensiz ve gerek insanlar gerek caddeler ve sokaklar açısından çok karmaşık. Birkaç kişiye sorarak plaja varıyoruz. Plaj o kadar etkileyici değil ama yine de güzel bir plaj. Hemen üstümüzü başımızı çıkartıp İstanbul’dan çıkarken ne olur ne olmaz diye yanımıza aldığımız mayolarımızı giyiyoruz ve doğruca denize giriyoruz. Su gerçekten çok temiz. Ama bizim asıl amacımız plajdaki duşları kullanarak duş almak. Çünkü günlerdir banyo yapma fırsatı bulamadık. Şampuanları ve sabunları çıkarıp plajda bulunan iki tane duşu yaklaşık yarım saat boyunca kapatıyoruz ve arkamızda uzun sıralar oluşuyor ama ısrarcıyız. Çok da abartmadan güzelce banyomuzu yapıyoruz ve küfür yemeden duşu terk ediyoruz. Plajda biraz dinlenip konservelerimizi yedikten sonra geceyi nasıl geçirebileceğimiz konusunda düşünmeye başlıyoruz. Aklımıza ilk gelen yine tren garında sabahlamak oluyor tabi ama şöyle bir şey var ki Nice insanları biraz tehlikeli. Plajdayken bile birkaç kişi bizim turist olduğumuzu anlayıp rahatsız etmeye başlamıştı. Bizde gözümüze kestirdiğimiz Bulldog isimli bir bara giriyoruz ancak bizi çantalarımızın büyüklüğünden dolayı çantalarla içeri almıyorlar. Bizde daha önceden gördüğümüz bir Türk dönerciye gidip ricada bulunuyoruz ve çantaları ona emanet ediyoruz. Beklediğimizden çok daha iyi bir bar ortamı karşılıyor bizi. Gece saatine kadar hard rock çalan bir grup önce bütün mekânı ayağa kaldırıyor daha sonrasındaysa sabah 04.00’e kadar yine sert müzikler eşliğinde bar tamamen alt üst oluyor. Alkol fiyatlarıysa tabi ki pahalı. Bu yüzden bütün geceyi sadece iki tane birayla geçiştiriyoruz. Sabaha karşı bardan çıkıp tren garına doğru yürümeye başlıyoruz. Sokaklarda çok fazla insan yok ama şüphemizde haklı çıkıyoruz ve yol boyunca insanlar bizi sözlü olarak fazlasıyla rahatsız ediyor. Tabi ki boynumuzu yere eğip devam ediyoruz. O kadar da cesaretimiz yok. Tren garına vardığımızda tren kalkış saatine 1 – 2 saat kadar bir süre var. Oturup biraz kestiriyoruz ve sonrasında yedi aktarmayla ulaşacağımız Barselona için ilk trenimize biniyoruz.

Floransa

Kısa süren bir tren yolculuğundan sonra akşam saatlerine doğru Floransa’dayız. Hemen bilet gişelerine koşturup Barselona treni için bilet soruyoruz ama yine hüsran. Buradan kalkan trenlerde de hiç boş yer yok. Resmen Floransa’da elimiz kolumuz bağlı kalıyoruz ve müthiş bir moral bozukluğuyla bir köşeye gidip öylece oturuyoruz. Ne yapacağız ne edeceğiz derken arkadaşlarımdan biri son bir defa daha şansını denemek için gişelere gidiyor ve geri döndüğünde elinde biletle geliyor. Floransa – Nice bileti. Öncelikle Floransa’dan Nice’e oradan da yedi tane aktarma yaparak Barselona’ya ulaşacağız. Ancak tren sabah saatinde. Yani Floransa’da sabahlamamız gerekiyor. Ardından da Nice’de de bir gece kalmamız gerekecek. Plânlar biraz alt üst oluyor. Yapacak bir şey yok. Bulabildiğimiz tek yol bu. Biraz daha moralli olarak toparlanıyoruz ve hava kararmak üzereyken Floransa’yı gezmeye başlıyoruz. Çok sade ve çok sakin bir şehir çıkıyor karşımıza. Adeta bir sanat eseri denilebilir. Her yer o kadar huzurlu ve birbiriyle uyumlu ki rotamızda olmayan bu şehri, gezimizin sonunda birinci sıraya koyacağımızdan henüz haberimiz yok. Hemen şehrin merkezindeki köprülerden birinde müthiş bir güneş batımı karşılıyor bizi ve dakikalarca gözlerimizi alamadan izliyoruz. Sonrasındaysa alabildiğine şehri yürümeye başlıyoruz. Sokaklarda heykeller eşliğinde geziyorsunuz. Tam bir sanat şehri. Bir anda bir kalabalık çarpıyor gözümüze. Merak edip gidiyoruz. İki tane sokak müzisyeni harika bir konser veriyor köprü üstünde. İnsanlar köprüyü tamamen kapatmış, kimisi ayakta kimisi yere oturmuş iki tane müzisyeni izliyor. Dayanamıyor bizde kendimize bir yer buluyoruz ve yaklaşık 1 – 2 saat boyunca oradan ayrılamıyoruz. Gerçekten harika bir şölen sunuyorlar insanlara. Müzisyenlerden bir tanesi var ki oradaki herkesi içtenliğiyle etkilemeyi başarıyor. Köprünün ortasına sırtüstü yatıp yıldızlara bakarak gitar çalması ve iki – üç yaşlarında ufak bir kızın önünde diz çökerek ona gitar çalıp şarkı söylemesi sadece birkaç örnek. Vaktimiz dar olduğu için o müthiş atmosferi bırakıp yolumuza devam ediyoruz ve Michelangelo Tepesi’ne doğru gidiyoruz. Yol biraz zaman alıyor. Tepeye vardığımızda ise harika bir Floransa manzarası karşılıyor bizi. İnsanlar manzara eşliğinde içki içip, dans ediyorlar. Aralarına katılmak fikri geçiyor aklımızdan ama bir de bakıyoruz dans öyle bir dans değil. Bildiğin tango yapıyorlar. Saygı duyup önümüzdeki merdivenlere oturarak bir yandan onları bir yandan da manzarayı izlemekle yetiniyoruz. Tren garının kapanmasına az bir süre kala koştura koştura gara gidiyoruz. Belki yine şansımız yaver gider de Termini’deki gibi izin verirler ve içeride yatarız düşüncesi var. Çünkü ne Floransa’da ne de Nice’de hostel parası vermeye niyetimiz yok. Gara varıyoruz ve uyku tulumlarını açıp yatıyoruz. Saat 01.00’e geldiğinde güvenlikler geliyor ve bizi dışarı çıkarıyorlar. Mecburen uyku tulumlarını dışarı taşıyoruz ve tren garının önüne bir güzel kurulup, nöbetleşe uyumaya başlıyoruz. Dışarıda yatmak bu işin bir zevki haline geliyor bir süre sonra çünkü yalnız değilsiniz. Sizin gibi onlarca insan da sabah treni olduğu için ya da hostele para vermemek için sizinle beraber dışarıda yatıyorlar. Ancak ne olur ne olmaz önlem almak gerekiyor yine de. Nöbetleşe uyumak da bu önlemlerden biri. Onun dışında paranızı ve herhangi bir değerli eşyanız varsa onu uyku tulumunuzun içinde saklayın. Sırt çantalarınızı da birbirine kilitleyip kafanız altına koyduğunuzda paranızı ve eşyalarınızı garantiye almış oluyorsunuz.

Venedik

Sabah uyanıp Venedik trenine binmek için hazırlanıyoruz. Sorunsuz geçen tren yolculuğumuzdan sonra Venedik’e iniyoruz ve iner inmez bizi müthiş bir şehir karşılıyor. Venedik’te konaklama gibi bir plânımız yok. Bütün gün şehri gezip akşamda Barselona trenine bineceğiz. Ancak işler düşündüğümüz gibi gitmiyor. Şehre indiğimiz gibi hemen Barselona tren biletimizi almak için gişelere gidiyoruz ama tek bir boş yer bile yok. En uygun tren 2 – 3 gün sonra. Ne yapacağız diye düşünürken gişedeki görevli Floransa’dan aktarma yapabileceğimizi söylüyor ve aslında rotada olmayan Floransa rotaya dahil olmuş oluyor. Yeri gelmişken söyleyeyim. İndiğiniz şehirde ilk işiniz bir sonraki gideceğiniz şehrin biletini almak olsun. Sonra büyük sıkıntılar yaşanabiliyor. Bilet işini hallettikten sonra Venedik gezisine başlıyoruz. Amacımız öncelikle San Marco meydanına ulaşmak. Yol, yürüme mesafesiyle tahmin ettiğimizden uzun sürüyor ama bu sayede Venedik sokaklarını da gezmiş oluyoruz. Tarihi yapılar, kanallar, gondollar... San Marco meydanına vardığımızda yorgunluktan kendimizi yere atıyoruz ve oturup bir süre meydanı ve insanları izliyoruz. Sonradan arkadaşımın ısrarları üzerine meydanda bulunan Aziz Mark’ın Çan Kulesi’ne çıkıyoruz ama tam bir hüsran ve boşuna verilmiş 8 Euro. Siz siz olun böyle bir hataya düşüp de o kuleye çıkmayın. Çöpe atılmış 8 Euro’nun da verdiği sıkıntıyla Floransa trenine gitmek için geri dönüş yoluna koyuluyoruz. Gözlerimiz tabi ki gondollarda. Venedik’e gidip de gondola binmemek olmaz. İçlerinden birine yaklaşıp fiyat soruyoruz ve cevabımızı aldığımız gibi ziyade olsun deyip oradan uzaklaşıyoruz. Birkaç gondol sahibinden de aynı fiyatı alınca bu sevdadan vazgeçiyoruz. Hatırladığım kadarıyla 100 Euro civarında bir fiyat söylemişlerdi. Eğer çok fazla bir bütçeniz yoksa gondola binmeyi unutun. Onun yerine daha güzel bir yol buluyoruz. Vaporetto adı verilen ve sadece 8 Euro olan vapurlardan birine biniyoruz ve bizi tren garının tam yanıbaşında indiriyor. Hem de gondolların gittiği yoldan. Sadece gondolların girebileceği darlıktaki yerlere giremiyor o kadar. O da çok önemli değil. Anlayacağınız daha ucuza ama biraz kalabalık olarak gondollarla aynı yoldan Venedik kanalları üzerinde müthiş bir seyahat yapabilirsiniz. Tren garına varıyoruz ve Floransa’ya doğru hareket ediyoruz.

Roma

Bütün hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra İstanbul’dan yaklaşık üç saatlik bir uçak yolculuğuyla ilk durağımız olan Roma’ya indik. Havaalanından sizi şehir merkezine götüren otobüsler var ve kişi başı 10 Euro gibi bir ücret alıyorlar. Şehir merkezine geldiğimizde öncelikle rezervasyon yapmış olduğumuz hosteli aramaya koyulduk. Bizi biraz uğraştırsa da sonunda bulduk ve hostele yerleştikten sonra şehri tanımak için şehir merkezinde dolaşmaya başladık. Bu arada unutmadan söyleyeyim. Hostel fiyatları Avrupa’nın hemen hemen her yerinde geceliği 20 Euro’dan başlıyor. İlk gün şehri biraz tanıdıktan sonra şehir haritasından daha önceden gezmek için kararlaştırdığımız yerleri bulduk ve hangi gün nereye gideceğimizin plânını yaptık. Toplu taşıma çok pahalı değil ancak elinizden geldiğince kullanmamaya çalışın. Çünkü çok iyi düzenlenmiş Roma sokaklarında tarihi mimariler eşliğinde yürümek size unutamayacağınız anılar sağlıyor. Bizim Roma’daki ilk durağımız Kolezyum oldu. Eğer çok erken saatlerde gitmeyip öğle saatlerine bırakırsanız saatlerce sırada bekleyebilirsiniz. Kolezyum’u gezdikten sonra Kolezyum çevresinde yer alan Antik Roma’yı keşfe çıkarak kralın ve halkın yaşadığı alanları gördük. Böylelikle birinci günümüzü tamamlamış olduk. İkinci günümüzde Roma sokaklarında biraz turladıktan sonra şehir merkezinde birkaç savaş ve tarih müzesi gezdik. Kesinlikle görülmesi gereken yerler diyemem ama yine de gezmekte fayda var. Akşam saatlerine doğru hazır İtalya’ya gelmişken pizza yemeden dönmeyelim dedik ve bir kafeye girdik. En ucuzundan birer pizza söyledik ama üçümüzde beklediğimiz tat farkını bulamadık. Belki de en ucuzundan söylediğimiz içindi, bilemiyorum. Karnımızı tam olarak doyuramadığımızdan ucuz bir şeyler bulmak için biraz daha gezindik ve ilk gördüğümüzde çok şaşırdığımız ama sonrasında gittiğimiz her yerde görünce alıştığımız kebapçılardan birini gördük. Büyük bir sevinçle belki Türk çıkarlar umuduyla ‘’Selamın Aleyküm’’ diye daldık içeri ve beklediğimiz cevap geldi ‘’Aleyküm Selam’’. Ayaküstü samimi bir memleket muhabbeti ve ardından benim adamlarla hemşeri çıkmam sonucunda indirimli verilen yarım ekmek arası dönerler. Anlayacağınız güzel bir anı. Hava karardığında ise kendimizi İspanyol Merdivenleri’nde yüzlerce insanla otururken bulduk. Merdivenlerin çevresindeki sokak müzisyenleri ve insanların mutlulukları günün yorgunluğunu almıştı üzerimizden. Üçüncü gün ise plânımız sabahtan Vatikan’a gidip akşam da Fontana Di Trevi yani Aşıklar Çeşmesi’nde Roma gezimizi tamamlamaktı. Şehir merkezinden kalkan otobüslerle yaklaşık yarım saatlik bir yolculukla Vatikan’a ulaştık. Dünyanın en küçük ülkesi olarak kabul edilen Vatikan gerçekten gezilmeye ve görülmeye değer. Vatikan Müzesi, San Pietro Kilisesi ve Sistine Chapel’i görmeden dönmek kesinlikle büyük bir hata olacaktır. Kolezyum’da olduğu gibi Vatikan’da da çok fazla sıra beklemeniz gerekiyor. Ayrıca unutmadan söylemekte fayda var. Vatikan’ın bazı bölümlerine kadınların şort ve mini etekle girmeleri yasak. Bu yüzden Vatikan’a gitmeden önce bunu göz önüne alarak giyinirseniz sonrasında bir problem yaşamazsınız zira gözümüzün önünde yaklaşık 10 kişi bu sebepten saatlerce sıra beklemelerine rağmen içeri alınmadı. San Pietro Kilisesi görüp görebileceğiniz en iyi kiliselerden biri diyebilirim. Açıkça söylemek gerekirse bizim ağzımız açık kaldı. Müthiş bir mimari, müthiş işlemeler ve müthiş bir ihtişam. Kilisenin en üstündeki kubbeye çıkarak müthiş bir şehir manzarası izleyebilirsiniz ancak kubbeye çıkmak için çok fazla merdiven çıkmanız gerekecek. Hatırladığım kadarıyla biz iki kere mola vermiştik kubbeye çıkan merdivenleri tırmanırken. Kubbeye çıkıp şehri de izledikten sonra sıra geliyor Sistine Chapel’e. Müthiş bir mimari ve hepsi birbirinden şaheser sanat eserleriyle başbaşayız. Özellikle Sistine Chapel’in tavanında yer alan Michelangelo'nun ‘’Adem’in Yaratılşı’’ isimli eserinden gözlerimizi alamıyoruz. Bunun dışında da birçok İtalyan Rönesans ressamlarının eserlerini görmek mümkün. Açık söylemek gerekirse resim sanatını pek anlayan ve pek de seven biri değilimdir ama Sistine Chapel’e kesinlikle bir kez daha yolumun düşmesini istiyorum. Vatikan gezisi de bittikten sonra hava kararmaya başlıyor ve kendimizi Aşıklar Çeşmesi yolunda buluyoruz. Vardığımızda ise tahmin ettiğimizden daha güzel bir atmosferle karşı karşıya kalıyoruz. 1960 yılında Federico Fellini’nin çektiği Dolce Vita filminde Anita Ekberg’in Aşıklar Çeşmesi’ne girdiği sahneyi hatırlıyor insan ister istemez. Bütün akşamımızı orada geçiriyoruz ve tekrardan gidip görmek istediğimiz yerler listesine hiç şüphe etmeden ekliyoruz kendisini. Yalnız şunu unutmayın, siz siz olun bizim yaptığımız gibi üç erkek gitmeyin oraya. Herkes çift halinde oturup oranın tadını çıkarırken üç erkek oturup birbirimize bakmamız inanın hiç hoş değildi. Gece sonunda hostele dönüyoruz. Sabah Venedik trenimiz var. Ancak hostele bir gece daha para ödemek gibi bir niyetimiz yok. Bu yüzden geceyi dışarıda geçirmek üzere çantalarımızı alıp Termini tren garının yolunu tutuyoruz. Normalde Avrupa’da gece saat 01.00 ve 04.00 arasında bütün tren garları kapalıdır ve hiçbir şekilde sizi gar içerisinde yatırmazlar ancak Termini’deki güvenlik görevlileri oldukça iyi yürekli çıktı ve bizimde içinde bulunduğumuz yaklaşık 30 – 40 kişinin sabahlaması için garın içinde yatmasına izin verdiler.






Hazırlık Aşaması

Bundan dört sene önce Interrail tecrübesini elde edebilme fırsatını bulmuştum. İstanbul’dan iki arkadaşımla beraber gerçekleştirdiğimiz 15 günlük Interrail seyahatimizde sırasıyla İtalya’da Roma, Venedik ve Floransa, Fransa’da Nice ve Paris, İspanya’da Barselona ve Hollanda’da Amsterdam’ı gezdik. Üçümüz de daha önce yurtdışı tecrübesine sahip değildik. O zaman için görmek istediğimiz ve maddi gücümüzün yetebileceği ülkeleri kararlaştırmakla yolculuğumuzun başlangıç adımını atmış bulunduk.

Interrail hakkında birkaç bilgiye sahiptik ama ülkeleri kararlaştırdıktan sonra, pasaport ve vize işlemleri, tren ve uçak biletleri, yapacağımız yolculukların mesafeleri, kalacağımız yerler vs. gibi daha önce hiç ilgilenmediğimiz konular üzerine ayrıntılı bir araştırma içerisine girdik. Öncelikle pasaport işlemlerimizi başlattık. Kendi adıma konuşacak olursam, pasaportumu bir senelik olarak çıkarttım ama bir sene sonra bu yaptığımın tam bir aptallık olduğunu anladım. Çünkü bir yıllık pasaport için yaklaşık 200 TL gibi bir bedel ödemiştim. Oysa ki on senelik pasaport bedeli 500 TL civarında bir fiyattı. Bütçem kısıtlı olduğundan pasaporta daha az para verip kalan parayı başka masraflara harcamak istemiştim ancak bir sene sonra tekrardan pasaport çıkartmam gerektiğinde bu sefer aynı hatayı yapmayıp on senelik olarak çıkarttım ve bu yüzden uzun bir süre kafam rahat olacak. Bir senelik pasaport için vereceğiniz bedelin üzerine yaklaşık bir o kadar daha para koyup on senelik pasaport çıkartmanızda fayda var diyebilirim. Sonrasında İstanbul-Taksim’deki Gençtur’a giderek tren ve uçak biletlerimizi aldık. Tren bileti tercihimizi Interrail Global Pass – 10 günde 5 flexi olarak yaptık. Uçak bileti tahmin edeceğiniz üzere Interrail seyahatinde gerekli değil ancak biz iki flexi hakkımızı İstanbul’dan çıkarken ve İstanbul’a dönerken harcamak istemediğimiz için ilk olarak İstanbul’dan Roma’ya uçakla gidip, flexi hakkımızı oradan başlatmak istedik. Daha sonra ise son durağımız olan Amsterdam’dan yine uçakla Türkiye’ye döndük. Böylece fazladan beş gün kadar kârımız oldu. Ekstradan uçak bileti masrafı ödemek istemiyor olabilirsiniz tabi ki ama Interrail seyahatiniz boyunca yaşayacağınız aksilikleri ve bunlardan dolayı gün kaybetme riskini düşünecek olursak elde edilen o beş günlük kâr fazlasıyla hayat kurtarıyor diyebilirim. Ancak acemiliğimizden dolayı bizim yaptığımız gibi uçak biletinizi kesinlikle son haftalarda almayın. Daha erken tarihlerde oldukça ucuz fiyata uçak biletleri bulabilirsiniz. Neyse ki bizim şansımız vardı da bileti 1 hafta kala almaya karar vermemize rağmen kampanyalı uçak bileti bulabilmiştik. Tren ve uçak biletini hallettikten sonra sıra geliyor vize işlemlerine. En çok uğraştıran ve can sıkan kısımda buydu zaten. Size vize vermemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bütün belgelerimizi eksiksiz götürmemize rağmen gün içerisinde bizi iki kere geri çevirdiler ve anca ondan sonra işlemlerimizi onayladılar. Vize için yine İstanbul – Taksim’de bulunan IDATA’ya gittik. IDATA, İtalya, Hollanda ve Almanya vizelerini veren bir şirket. Az önce de söylediğim gibi sizi çok fazla zorluyorlar ve bir sürü belge getirmenizi istiyorlar. Bunlarla ilgili ayrıntılı bilgiye IDATA’nın internet sayfasından rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Biz vizemizi İtalya’dan Schengen olarak aldık ve yaklaşık yirmi gün kadar bir vize verdiler bize. Vize ücreti ise 208 lira.

Bütün bu resmi işleri hallettikten sonra sıra geliyor çanta hazırlamaya. Giyeceğiniz kıyafetlerden tutun da kağıt-kaleme kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmeniz gerekiyor. Ama aynı zamanda çantanızı da elinizden geldiğince hafif bir ağırlıkta tutmaya çalışın. Çünkü seyahatiniz boyunca o çanta sırtınızdan hiç ayrılmayacak ve inanın bir süre sonra taşınmayacak hale gelecek. Özellikle kıyafet konusunda sakın abartmayın. 4-5 tane tişört, bir pantolon ya da kapri sizin için yeterli olacaktır. Bunlar dışında çantanıza koyacağınız şeyler tamamen size kalmış. Ancak ufak bir tavsiye vermek gerekirse yanınıza bol bol konserve alın diyebilirim. Avrupa’da her şey pahalı olduğu gibi yiyecek fiyatları da oldukça pahalı. Zaten çok fazla bütçeyle gitmiyorsanız yiyeceğe para ayıramayacaksınız. Bu yüzden yanınıza aldığınız konserveler ve gittiğiniz yerlerdeki süpermarketlerden alacağınız ucuz sandviçler sizin seyahat boyunca besin kaynağınız olacak. Ayrıca belirtmekte fayda var. Uyku tulumunuzu ve matınızı yanınıza almayı unutmayın. Hostel parasından kısmak için bazı günler dışarıda yatmanız gerekebilir. Genel bir toparlama yaparsak, tren ve uçak biletleri, vize ve pasaport ve diğer harcamalarla birlikte İstanbul’dan çıkış fiyatımız 1000 TL gibi bir fiyatı buldu.