Bütün
hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra İstanbul’dan yaklaşık üç saatlik bir uçak
yolculuğuyla ilk durağımız olan Roma’ya indik. Havaalanından sizi şehir merkezine
götüren otobüsler var ve kişi başı 10 Euro gibi bir ücret alıyorlar. Şehir
merkezine geldiğimizde öncelikle rezervasyon yapmış olduğumuz hosteli aramaya
koyulduk. Bizi biraz uğraştırsa da sonunda bulduk ve hostele yerleştikten sonra
şehri tanımak için şehir merkezinde dolaşmaya başladık. Bu arada unutmadan
söyleyeyim. Hostel fiyatları Avrupa’nın hemen hemen her yerinde geceliği 20
Euro’dan başlıyor. İlk gün şehri biraz tanıdıktan sonra şehir haritasından daha
önceden gezmek için kararlaştırdığımız yerleri bulduk ve hangi gün nereye
gideceğimizin plânını yaptık. Toplu taşıma çok pahalı değil ancak elinizden
geldiğince kullanmamaya çalışın. Çünkü çok iyi düzenlenmiş Roma sokaklarında
tarihi mimariler eşliğinde yürümek size unutamayacağınız anılar sağlıyor. Bizim
Roma’daki ilk durağımız Kolezyum oldu. Eğer çok erken saatlerde gitmeyip öğle
saatlerine bırakırsanız saatlerce sırada bekleyebilirsiniz. Kolezyum’u
gezdikten sonra Kolezyum çevresinde yer alan Antik Roma’yı keşfe çıkarak kralın
ve halkın yaşadığı alanları gördük. Böylelikle birinci günümüzü tamamlamış
olduk. İkinci günümüzde Roma sokaklarında biraz turladıktan sonra şehir
merkezinde birkaç savaş ve tarih müzesi gezdik. Kesinlikle görülmesi gereken
yerler diyemem ama yine de gezmekte fayda var. Akşam saatlerine doğru hazır
İtalya’ya gelmişken pizza yemeden dönmeyelim dedik ve bir kafeye girdik. En
ucuzundan birer pizza söyledik ama üçümüzde beklediğimiz tat farkını bulamadık.
Belki de en ucuzundan söylediğimiz içindi, bilemiyorum. Karnımızı tam olarak
doyuramadığımızdan ucuz bir şeyler bulmak için biraz daha gezindik ve ilk
gördüğümüzde çok şaşırdığımız ama sonrasında gittiğimiz her yerde görünce
alıştığımız kebapçılardan birini gördük. Büyük bir sevinçle belki Türk çıkarlar
umuduyla ‘’Selamın Aleyküm’’ diye daldık içeri ve beklediğimiz cevap geldi
‘’Aleyküm Selam’’. Ayaküstü samimi bir memleket muhabbeti ve ardından benim
adamlarla hemşeri çıkmam sonucunda indirimli verilen yarım ekmek arası
dönerler. Anlayacağınız güzel bir anı. Hava karardığında ise kendimizi İspanyol
Merdivenleri’nde yüzlerce insanla otururken bulduk. Merdivenlerin çevresindeki
sokak müzisyenleri ve insanların mutlulukları günün yorgunluğunu almıştı
üzerimizden. Üçüncü gün ise plânımız sabahtan Vatikan’a gidip akşam da Fontana
Di Trevi yani Aşıklar Çeşmesi’nde Roma gezimizi tamamlamaktı. Şehir merkezinden
kalkan otobüslerle yaklaşık yarım saatlik bir yolculukla Vatikan’a ulaştık.
Dünyanın en küçük ülkesi olarak kabul edilen Vatikan gerçekten gezilmeye ve
görülmeye değer. Vatikan Müzesi, San Pietro Kilisesi ve Sistine Chapel’i
görmeden dönmek kesinlikle büyük bir hata olacaktır. Kolezyum’da olduğu gibi
Vatikan’da da çok fazla sıra beklemeniz gerekiyor. Ayrıca unutmadan söylemekte
fayda var. Vatikan’ın bazı bölümlerine kadınların şort ve mini etekle girmeleri
yasak. Bu yüzden Vatikan’a gitmeden önce bunu göz önüne alarak giyinirseniz sonrasında
bir problem yaşamazsınız zira gözümüzün önünde yaklaşık 10 kişi bu sebepten
saatlerce sıra beklemelerine rağmen içeri alınmadı. San Pietro Kilisesi görüp
görebileceğiniz en iyi kiliselerden biri diyebilirim. Açıkça söylemek gerekirse
bizim ağzımız açık kaldı. Müthiş bir mimari, müthiş işlemeler ve müthiş bir
ihtişam. Kilisenin en üstündeki kubbeye çıkarak müthiş bir şehir manzarası
izleyebilirsiniz ancak kubbeye çıkmak için çok fazla merdiven çıkmanız
gerekecek. Hatırladığım kadarıyla biz iki kere mola vermiştik kubbeye çıkan
merdivenleri tırmanırken. Kubbeye çıkıp şehri de izledikten sonra sıra geliyor
Sistine Chapel’e. Müthiş bir mimari ve hepsi birbirinden şaheser sanat
eserleriyle başbaşayız. Özellikle Sistine Chapel’in tavanında yer alan Michelangelo'nun ‘’Adem’in Yaratılşı’’ isimli
eserinden gözlerimizi alamıyoruz. Bunun dışında da birçok İtalyan Rönesans
ressamlarının eserlerini görmek mümkün. Açık söylemek gerekirse resim sanatını
pek anlayan ve pek de seven biri değilimdir ama Sistine Chapel’e kesinlikle bir
kez daha yolumun düşmesini istiyorum. Vatikan gezisi de bittikten sonra hava
kararmaya başlıyor ve kendimizi Aşıklar Çeşmesi yolunda buluyoruz. Vardığımızda
ise tahmin ettiğimizden daha güzel bir atmosferle karşı karşıya kalıyoruz. 1960
yılında Federico Fellini’nin çektiği Dolce Vita filminde Anita Ekberg’in
Aşıklar Çeşmesi’ne girdiği sahneyi hatırlıyor insan ister istemez. Bütün
akşamımızı orada geçiriyoruz ve tekrardan gidip görmek istediğimiz yerler
listesine hiç şüphe etmeden ekliyoruz kendisini. Yalnız şunu unutmayın, siz siz
olun bizim yaptığımız gibi üç erkek gitmeyin oraya. Herkes çift halinde oturup
oranın tadını çıkarırken üç erkek oturup birbirimize bakmamız inanın hiç hoş
değildi. Gece sonunda hostele dönüyoruz. Sabah Venedik trenimiz var. Ancak
hostele bir gece daha para ödemek gibi bir niyetimiz yok. Bu yüzden geceyi
dışarıda geçirmek üzere çantalarımızı alıp Termini tren garının yolunu
tutuyoruz. Normalde Avrupa’da gece saat 01.00 ve 04.00 arasında bütün tren
garları kapalıdır ve hiçbir şekilde sizi gar içerisinde yatırmazlar ancak
Termini’deki güvenlik görevlileri oldukça iyi yürekli çıktı ve bizimde içinde
bulunduğumuz yaklaşık 30 – 40 kişinin sabahlaması için garın içinde yatmasına
izin verdiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder